28 Mart 2015 Cumartesi

ZEKERİYA TÜMER: "Cumhurbaşkanının örtülü ödeneğe ihtiyacı yok!.."

TÜMER DİYOR Kİ:
Cumhurbaşkanının örtülü ödeneğe ihtiyacı yok!...
 Şu an İçişleri Bakanlığı görevini yürütmekte olan sabık müsteşar Sebahattin Öztürk verdiği önerge ile Torba yasanın içerisinde Cumhurbaşkanına da Örtülü Ödenek koydurttu.
Örtülü Ödenek bugüne kadar Başbakan tarafından kullanılırdı.
Hesabı da sorulmaz.
Denetimsiz ve kontrolsüz bir paradır.
Cumhurbaşkanına da örtülü ödenek olanağı getiren önergenin gerekçesi şudur: “Kapalı istihbarat ve kapalı savunma hizmetleri, devletin milli güvenliği ve yüksek menfaatleri ile devlet itibarının gerekleri, siyasi, sosyal ve kültürel amaçlar ile olağanüstü hizmetlerle ilgili devlet icapları için kullanılmak üzere Cumhurbaşkanlığı bütçesine de örtülü ödenek konulması” dır.
Cumhurbaşkanlığı’nın Ak Saray olarak inşa ettiği Atatürk Orman Çiftliğindeki binası devamlı halkın tepkisini çekmektedir. Harcanan paraların yüksek miktarda olması, fakir halkı üzmektedir.
Şimdi bu örtülü ödenek ile Cumhurbaşkanının emrine verilecek paraların miktarları çok yüksek olacaktır.
Devletin bütçe açığı malumdur. Bu paralar halkın cebinden çıkacak, vatandaşa ek vergiler yüklenecektir. Seçim atmosferinde bu da AK Partinin lehine değil aleyhine olacaktır.
Zaten Cumhurbaşkanlığının bir yılda harcaması gerektiren paranın miktarı % 100 arttırılmıştır.
Ben Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın yerinde olsam, Meclise teşekkür eder ve bu örtülü ödenek parasını kabul etmem.
Eğer Cumhurbaşkanı böyle bir şey yapmış olsa, valla halkın gözünde birden yükselir.
Seçimlerde 400 milletvekili isteyen sayın bay Cumhur Başkanı Recep Tayyip Erdoğan, “Ben para pul meraklısı değilim. Özellikle de örtülü, saklı, gizli ödenekten gelecek denetimsiz, hesapsız, kitapsız, takipsiz paraya falan asla ihtiyacım yok. Açık, net, dürüst, şeffaf-saydam ve yasal Cumhurbaşkanlığı ödeneği bana yeter de artar bile. Yetimin, yoksulun, kul hakkın meyanındaki kamu ve vatandaşın parasına ihtiyacım yok. Başbakanlık için verilmiş Örtülü Ödenek parası dursun, bana verileni ben istemiyorum” dese, halkın gözünde değeri inanılmaz derecede yükselir ve belki de AKP!ye 400 Milletvekilini bile kazandırabilir...
Sizce yapar mı dersiniz?
Başbakan Davutoğlu, Haziran seçimlerini kazanabilmek için her doğan ilk bebeğe 300, ikinciye 400, üçüncüye 600 lira para ve hediyeler vereceğini söylüyor..
C.H.P. lideri Kılıçdaroğlu’nun emeklilere bayramlarda vereceği paranın kaynağını nereden bulacağını da sormadan edemiyor.
Peki, kendisinin vereceği paraların ve hediyelerin kaynağı var mı?
Var elbet.
Örtülü ödenek sağ olsun.
Doğan çocuklara verilecek 300-400-600 lira paralar her ay verilmiyor ki, bir kereye mahsus verilecek.
İyi de Sayın Başbakan, bu çocukların gelecekleri nasıl olacak.
Bir bebeğin aylık gideri 500 liradan fazla. Bu çocukların, ilk, orta, lise, üniversite hayatlarına kadar o ana ve babaların neler feda ettiğini biliyor musunuz?
Halkı kandırmak için geçin bu hikâyeleri.
Yatırım yapın, işsizliği önleyin, gelir düzeyini yükseltin, eşitliği sağlayın, halkı bölmeyin, parçalamayın.
Kimse devletten bağış falan istemez. Yeter ki çalışalım ve hak ettiğimiz paramızı alalım, bu bize yeter.
İç güvenlik yasası da çıktı.
Halkın mutluluğu ve huzuru için gereken tedbirlerin alınmasında yarar vardır.
Yeter ki kanunlar herkese eşit şartlarda uygulansın. Ayırım yapılmasın. Hak ve Adalet eşit olsun.
Doğunun elektrik parasını batıdaki garip vatandaş ödemesin.
Sen benden değilsin diye insanların ekmekleri ile oynanmasın.
Dünyada petrol fiyatları ucuzlarken, bizde pahalanıp, dolar yükselerek halkın alım ve satım güçleri azaltılmasın.
Yasalar karşısında eşitlik istiyoruz.
AK Parti İktidarının Haziran seçimlerini kazanabilmesi için, yasaları kendi lehlerine uygulayarak, bazı kesimlerin ezilmesini, bazılarına ise göz yumulmasını istemiyoruz.

9 Mart 2015 Pazartesi

TÜMER DİYOR Kİ: "ANZAKLI ÖMERİN ACI HİKÂYESİ"

TÜMER DİYOR Kİ:
ANZAKLI ÖMER'İN 
ACI HİKÂYESİ
A.Kemal Gül tarafından bana gönderilen meyildeki Anzaklı Ömer’in hikâyesini sizlerle paylaşmak istedim.
Yaşanmış olan bu hikâyede İngilizlerin bizleri yok edebilmeleri için, kimleri nasıl kandırdıklarına şahit olacaksınız.
Amerika’da doktorluk yapan Doktor Ömer Musluoğlu’nun yaşadığı bir olay. Enteresan bir hadise. Dünya küçük derler ya, işte dünyanın küçüklüğü de burada.
Doktor Ömer Musluoğlu 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olur ve ihtisasını yapmak üzere ABD’ne gider.
Henüz lisanı çok iyi olmadığı için New York’ta bir hastanede basit görevlerden birine verilir. Görevi kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek gibi işlerdir.
Boş zamanlarında da laboratuarda görev yapar.
Görev yaptığı hastanede ilginç bir olayla karşılaşır ve olayın etkisinde kalır, unutmaz ve bu olayı paylaşmak ister.
Dr. Ömer bir hastanın kanını almak için görevlendirilir. Hastanın yanına gider. Yaşlı bir adamcağızdır.
Tahminen 75 yaşlarındadır. Hastadır. Halsiz ve dermansızdır.
Dr. Ömer, hastaya, “Kolunuzu açar mısınız, size kan vermem gerek” der. İngilizcesi çok iyi olmasa da, bir hasta ile anlaşabilecek düzeydedir.
Kanser hastası olan ihtiyar kansızdır. Kan verilmesi gerekmektedir.
Dr. Ömer hastaya yardım eder ve kolunu açar hastanın. Hastanın kolunda dövme bir Türk Bayrağı vardır. Elbette bu Türk Bayrağı dikkatini çeker Dr. Ömer’in.
Sorar hastaya “siz Türk müsünüz?”
Yaşlı hasta, kaşlarını yukarıya kaldırır ve “ Hayır” manasına işaret yapar.
Dr. Ömer’in merakı artar.
“Peki, bu kolunuzdaki Türk Bayrağı nedir?” diye sorar hastaya.
Yaşlı adam, zoraki cevap verir. “Aldırma işte öylesine bir şey” der.
Israr eder Dr. Ömer. “Fakat bu bayrak benim için çok önemli. Çünkü dikkatimi çekti. Bu bayrak benim milletimin bayrağı” der.
Yaşlı hasta, birden gözlerini açar ve hüzünle, derin derin Doktorun yüzüne bakar. “Siz Türk müsünüz” diye sorar.
“Evet Türk’üm” der Doktor Ömer.
İhtiyar doktorun gözlerine bakar, sanki tanıdık bir göz arıyor gibidir. Derin bir nefes alır ve yavaş yavaş anlatmaya başlar.
“Doktor yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de. Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı.
Ben Anzaktım. Avustralya Anzaklarından.
İngilizler geldiler bizi topladılar ve bize dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda. Birlik olup onların üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemli. Yoksa Hıristiyan dünyası kalmayacak. Barbarları yok etmemiz gerek” dediler. Biz de kandık. İnandık. Savaşa katılmak üzere İngilizlere uyduk” demiş.
Sonra ihtiyar hasta, derin bir nefes daha alıyor ve anlatmaya devam ediyor.
“İngilizler bizim beynimizi yıkadılar. Aldılar bizleri ilk önce Mısır’a götürdüler. Orada birkaç ay atış talimi yaptık. Sonrada bizleri topladılar ve gemilere bindirip, Çanakkale’ye getirdiler.  Savaşın şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu. Her taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can veriyordu. Fakat bizler hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da fazlaydık. Peki, ama onlara bu cesaret ve kuvveti veren neydi? İlk başlarda zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim.”
İhtiyar heyecanlanıyor. Gözleri bazen dalıp gidiyor. Ancak, anlatmak ve içini boşaltmak istiyor. Bugüne kadar içinde sakladıkları Duyguları Dr. Ömer’e anlatmak istiyor.
Biraz dinleniyor. Derin derin nefes alıyor ve devam ediyor.
“Biz karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar tekrar saldırıyoruz, ama hep püskürtüyorlar. Derken gene böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik darbesiyle kendimden geçmişim.”
Dr. Ömer merakla ağzı açık yaşlı Avustralyalı hastayı dikkatle dinliyor.  İhtiyar savaşın dehşetli anlarını anlatırken titremeye başlıyor. Fakat durmuyor, heyecanla anlatmak istiyor. Dr. Ömer’in dikkatle dinlediğinin farkında.  Devam ediyor:
“Gözlerimi açtığımda kendimin yabancı insanların arasında buldum.
Ne yalan söyleyeyim, nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri barbar, vahşi kimseler diye tanıtmışlardı. Ama dikkat ettim, yaralarımı sarmışlardı. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlardı Kendime geldiğimde bana çantalarındaki yiyeceklerden ikram ettiler. Çok iyi biliyorum ki onların çantalarındaki yiyecekleri çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram ediyorlardı.
Şoke oldum doğrusu. Dedim ki kendi kendime:
“-Bu adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler önceden öldürürlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler.” Diye içinden düşünüyor. Sonra devam ediyor anlatmaya:
“Biz esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana” dedim. “Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben. Neden savaşmaya geldim. Bu İngiliz milleti ne yalançı imiş, ne kadar Türk düşmanıymış.” Diyerek pişman oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye düşündüm durdum. Günlerce düşündüm. Nihayet bizleri serbest bıraktılar. Memleketime döndüm. İşte memleketimde Türk Milletinin asil insanlığını unutmamak için koluma Türk Bayrağının dövmesini yaptırdım. Böylece ömür boyu unutmayacaktım. Bu bayrağın esrarı işte bu” demiş yaşlı Anzak askeri.
Dr. Ömerin gözleri dolu dolu ihtiyara bakarken, ihtiyar devam ediyor.
“-Talihin cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk…
Ne garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” demiş Dr. Ömer’e.
“Ömer” demiş. Dr.
Merakla sormuş, yaşlı asker. “Neden Ömer ismini vermişler sana?”
Dr. Ömer, babasının Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak kendisine Ömer adının verildiğini söylemiş.
Yahu senin adın Müslüman adı, demiş.
Dr. Ömer de “evet Müslüman adı. Ben de Müslüman’ım” dediğinde, yaşlı Anzak askeri, yerinden doğrulmak istemiş, doktordan yardım istemiş ve yatağa oturmuş. Gözleri yaşla dolmuş.
Senin adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr.Josef Miller idi. Şimdiden sonra “Anzaklı Ömer olsun” demiş.
Dr. Da tamam olsun, demiş.
Peki, doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu? Dediğinde Dr. Ömer şaşırmış.
Dr. Ömer “elbette zor değil, Müslüman olmak çok kolay” demiş.
Dr. Ömer sonra hastasına İslam’ın şartlarını anlatmış. Hemen kabul etmiş ve kelime-i şahadet getirmiş, çocuklar gibi de ağlamış, Anzak askeri.
Yaşlı hasta, sonra Dr.dan tespih istemiş, Allahı zikretmek arzusunu duymuş. Tespihi esir düştüğünde Türk askerlerinin elinde görmüş.  Dr. Hemen bir tespih bulup vermiş hastasına.
Anzaklı Ömer, Dr. Ömer’e “beni yalnız bırakma, sık sık uğra, bana Müslümanlığı anlat” demiş.
Kanser hastası olan Anzaklı Ömer, günden güne erimeye başlamış, fakat elinden tespihi düşürmüyormuş, Türk bayrağına da bakıp bakıp gözleri yaşlı, Allaha dua ediyormuş.
Bir gün bir anons sesi duymuş Dr. Ömer. “Dr.Ömer Lütfen 217 numaralı odaya acil gelin”
Dr. Ömerin içinden “eyvah bizim yaşlı asker Ömer amca herhalde yolcu “diye geçirmiş.
Dr. Ömer odaya geldiğinde, hastanın sağ elinde tespih, açık duran sol kolunda dövme Türk Bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer’in son anlarını yaşadığını fark etmiş.
Dr. Ömer diyor ki: “ Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim. O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım.” Demiştir.
A.Kemal Gül’ün Notu:
Hikâye ne kadar doğrudur bilemem ama bu tür hikâyeler özellikle Çanakkale Savaşı sonrasında hem Anzaklar hem de ecdat tarafından anlatıla gelir. Ecdat, yüzyıllar boyu “savaşta bile” insanlığını, ahlakını, adamlığını, merhametini asla yitirmemiştir.
Ne acıdır ki, Tarihte olduğu gibi bugün de bu asil Türk Milletini yönetmeye aday seçilmişlerin çoğu kez aranan bu asalete, Türk-İslam kültürünü içerir donanıma samimiyetle haiz ve layık olamadıklarını görüyoruz. İçler acısı gündemlere bakmanız yeterli…
Allah bizlere Ecdada layık bir nesil olabilmeyi ve gelecek nesillere örnek olabilmeyi nasip etsin…
ZEKERİYA TÜMER

2 Mart 2015 Pazartesi

TÜMER DİYOR Kİ: YAZIK OLDU SÜLEYMAN ŞAH'A!..

TÜMER DİYOR Kİ:
YAZIK OLDU SÜLEYMAN ŞAH'A!..
Ne kadar kadersizmiş Ertuğrul Gazinin babası Osman’ın dedesi.
Adamcağız mezarında bile rahat yatamıyor. 
Oradan oraya taşınıp duruyor. 
Kadere bak, mezarda bile rahatlık yok.
Başbakan Davut oğlu diyor ki:
“Türk toprağı Süleyman şahı boşalttık.
Türbe ve karakolu yıkıp geri çekildik.
Operasyon çok başarılı geçti.
Kimseden izin almadık”
Bravo demek mi lazım!..
Yoksa yuh mu demek lazım!..
Sen Osmanlı soyunun dedesinin mezarını havaya uçur, boş sandukayı yüklen, oradaki kıymetli eserleri topla ve Türk Toprağı olan yeri terk et, başka bir yerde yeniden türbe inşa et. İnsanlar bu kadar aptal olabilir mi? Yeni inşa edilecek türbeyi ziyaret edecekler ve boş sandukaya dua edecekler.
Hayret ki ne hayret. Dinimizde bu var mı, nerede, hangi kitapta yazıyor.
Gösteriş için türbe yapılır mı?
92 yıldır Türk Toprağı olarak tescil edilmiş Süleyman Şah Türbesinin bulunduğu yeri Işid’ korkusundan terk et.
Eh yakında da, PKK korkusundan güneydoğudaki bazı yerleri terk edebiliriz. 
Süleyman Şah Türbesi ve Süleyman Şah Saygı Karakolu
Suriye’nin Halep ilinin Kara kozak Köyü sınırları içerisinde bulunan Türkiye’nin kendi sınırları dışında sahip olduğu ekslav statüsündeki tek toprak parçasıydı.
Süleyman Şah, Osman Gazi’nin dedesi, Ertuğrul Gazi’nin babası olduğu söylenir.
Süleyman Şahın yeni yurt edinmek üzere çıktığı yolda, 1277 yılında Fırat nehrinden karşıya geçmeye çalışırken iki muhafızı ile birlikte Fırat sularında boğulurlar. Naşı da Caber kalesi eteklerine  yakın bir kümbete defnedilir. Osmanlı İmparatorluğu döneminde mezarın bulunduğu yer türbe yapılır. Osmanlı yıkılınca da türbe Fransız Suriye Mandası sınırları içerisinde kalır.
20 Ekim 1921 tarihinde Türkiye ile Fransa hükümetleri arasında imzalanan Ankara Antlaşması’nın 9. Maddesi ve 24 Temmuz 1923 Lozan Antlaşması’nın 3. Maddesi gereğince Caber Kalesi türbe müştemilatı ile beraber Türkiye Cumhuriyeti toprağı olarak kabul edilmiştir. Böylece de burada muhafız bulundurma ve bayrağımızı dalgalandırma imkânı doğmuştur.
Son halife II. Abdülmecit, TBMM’ne gönderdiği bir mektupla Osmanlı Hanedanının “atası” olan Süleyman Şah’ın mezarı konusunda Meclisin gösterdiği alakaya teşekkür etmiştir.
Abdülmecit şu an yaşasa idi, acaba bu hükümete teşekkür eder miydi? Ya da “yahu dedemi orada Işid’e teslim edip neden kaçtınız” diye kızar mıydı?
Türkiye Cumhuriyeti devleti Osmanlı Devletinin yıkılması ve yok olması neticesinde doğmuş ve Osmanlı’nın devamıdır. Ancak, Cumhuriyet rejimi ve laik bir demokratik sistemle yürütülmektedir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti, atalarının mezarlarına da, borçlarına da sahip çıkmıştır.
Bugün ise durum ortadadır.
Başbakan Davutoğlu, “Türbeyi yıkarak, daha güvenli yere taşıdık” diyeceğine, biz Suriye’deki tek Türk toprağını Işid’e bırakmayız, diyerek orayı Kahraman Mehmetçiklerle koruyabilseydi. Herhalde puanı daha çok artardı.
16 adamızı işgal eden Yunanistan’a göz yumanlar, Suriye deki tek Türk toprağına da göz yumdular. Şimdi sıra PKK nın isteklerine geldi. Yakında bakalım, hangi topraklarımızdan olacağız.
Hakkımızda hayırlısı diyelim. 
(Zekeriya Tümer)