TÜMER
DİYOR Kİ:
ANZAKLI
ÖMER'İN
ACI HİKÂYESİ
A.Kemal
Gül tarafından bana gönderilen meyildeki Anzaklı Ömer’in hikâyesini sizlerle
paylaşmak istedim.
Yaşanmış
olan bu hikâyede İngilizlerin bizleri yok edebilmeleri için, kimleri nasıl
kandırdıklarına şahit olacaksınız.
Amerika’da
doktorluk yapan Doktor Ömer Musluoğlu’nun yaşadığı bir olay. Enteresan bir
hadise. Dünya küçük derler ya, işte dünyanın küçüklüğü de burada.
Doktor
Ömer Musluoğlu 1957 yılında İstanbul Tıp Fakültesinden mezun olur ve ihtisasını
yapmak üzere ABD’ne gider.
Henüz
lisanı çok iyi olmadığı için New York’ta bir hastanede basit görevlerden birine
verilir. Görevi kan almak, kan vermek, serum takmak, elektrokardiyografi çekmek
gibi işlerdir.
Boş
zamanlarında da laboratuarda görev yapar.
Görev
yaptığı hastanede ilginç bir olayla karşılaşır ve olayın etkisinde kalır,
unutmaz ve bu olayı paylaşmak ister.
Dr.
Ömer bir hastanın kanını almak için görevlendirilir. Hastanın yanına gider.
Yaşlı bir adamcağızdır.
Tahminen
75 yaşlarındadır. Hastadır. Halsiz ve dermansızdır.
Dr.
Ömer, hastaya, “Kolunuzu açar mısınız, size kan vermem gerek” der. İngilizcesi
çok iyi olmasa da, bir hasta ile anlaşabilecek düzeydedir.
Kanser
hastası olan ihtiyar kansızdır. Kan verilmesi gerekmektedir.
Dr.
Ömer hastaya yardım eder ve kolunu açar hastanın. Hastanın kolunda dövme bir
Türk Bayrağı vardır. Elbette bu Türk Bayrağı dikkatini çeker Dr. Ömer’in.
Sorar
hastaya “siz Türk müsünüz?”
Yaşlı
hasta, kaşlarını yukarıya kaldırır ve “ Hayır” manasına işaret yapar.
Dr.
Ömer’in merakı artar.
“Peki,
bu kolunuzdaki Türk Bayrağı nedir?” diye sorar hastaya.
Yaşlı
adam, zoraki cevap verir. “Aldırma işte öylesine bir şey” der.
Israr
eder Dr. Ömer. “Fakat bu bayrak benim için çok önemli. Çünkü dikkatimi çekti.
Bu bayrak benim milletimin bayrağı” der.
Yaşlı
hasta, birden gözlerini açar ve hüzünle, derin derin Doktorun yüzüne bakar.
“Siz Türk müsünüz” diye sorar.
“Evet
Türk’üm” der Doktor Ömer.
İhtiyar
doktorun gözlerine bakar, sanki tanıdık bir göz arıyor gibidir. Derin bir nefes
alır ve yavaş yavaş anlatmaya başlar.
“Doktor
yıl 1915. Sen hatırlamazsın o yılları. Çanakkale diye bir yer var Türkiye’de.
Orada savaşmak üzere bütün Hıristiyan devletlerden asker topluyorlardı.
Ben
Anzaktım. Avustralya Anzaklarından.
İngilizler
geldiler bizi topladılar ve bize dediler ki: “Barbar Türkler Hıristiyan
dünyasını yakıp yıkacaklar. Bütün dünya o barbarlara karşı cephe açmış durumda.
Birlik olup onların üzerine gideceğiz. Bu savaş çok önemli. Yoksa Hıristiyan
dünyası kalmayacak. Barbarları yok etmemiz gerek” dediler. Biz de kandık.
İnandık. Savaşa katılmak üzere İngilizlere uyduk” demiş.
Sonra
ihtiyar hasta, derin bir nefes daha alıyor ve anlatmaya devam ediyor.
“İngilizler
bizim beynimizi yıkadılar. Aldılar bizleri ilk önce Mısır’a götürdüler. Orada
birkaç ay atış talimi yaptık. Sonrada bizleri topladılar ve gemilere bindirip,
Çanakkale’ye getirdiler. Savaşın
şiddetini ben ilk orada gördüm. Öyle ki denize düşen gülleler suları metrelerce
yukarı fışkırtıyor, gökyüzünde havai fişekler, geceyi gündüze çeviriyordu. Her
taarruzda bizden de Türklerden de yüzlerce insan hayatının baharında can
veriyordu. Fakat bizler hepimiz Türklerdeki gayret ve cesareti uzaktan gördükçe
şaşırıyorduk. Teknolojik yönden çok çok üstün olduğumuz gibi sayı bakımından da
fazlaydık. Peki, ama onlara bu cesaret ve kuvveti veren neydi? İlk başlarda
zannediyordum ki İngilizlerin bize anlattığı gibi Türkler barbarlıktan böyle
saldırıyorlar. Meğer barbarlıktan değil, kalplerinde ki vatan sevgisinden
kaynaklanıyormuş. Bunu nereden anladığımı söyleyeyim.”
İhtiyar
heyecanlanıyor. Gözleri bazen dalıp gidiyor. Ancak, anlatmak ve içini boşaltmak
istiyor. Bugüne kadar içinde sakladıkları Duyguları Dr. Ömer’e anlatmak
istiyor.
Biraz
dinleniyor. Derin derin nefes alıyor ve devam ediyor.
“Biz
karaya çıktık. Taarruz edemiyoruz. Bizi püskürtüyorlar. Tekrar taarruz
ediyoruz. Bizi tekrar püskürtüyorlar. Tekrar tekrar saldırıyoruz, ama hep
püskürtüyorlar. Derken gene böyle bir taarruzda başımdan yediğim bir dipçik
darbesiyle kendimden geçmişim.”
Dr.
Ömer merakla ağzı açık yaşlı Avustralyalı hastayı dikkatle dinliyor. İhtiyar savaşın dehşetli anlarını anlatırken
titremeye başlıyor. Fakat durmuyor, heyecanla anlatmak istiyor. Dr. Ömer’in
dikkatle dinlediğinin farkında. Devam
ediyor:
“Gözlerimi
açtığımda kendimin yabancı insanların arasında buldum.
Ne
yalan söyleyeyim, nasıl korktuğumu anlatamam. Çünkü İngilizler bize Türkleri
barbar, vahşi kimseler diye tanıtmışlardı. Ama dikkat ettim, yaralarımı
sarmışlardı. Bana hiç de öfkeli bakmıyorlardı Kendime geldiğimde bana çantalarındaki
yiyeceklerden ikram ettiler. Çok iyi biliyorum ki onların çantalarındaki
yiyecekleri çok azdı. Bu haldeyken bile kendileri yemeyip bana ikram
ediyorlardı.
Şoke
oldum doğrusu. Dedim ki kendi kendime:
“-Bu
adamlar isteseler şu anda beni öldürürler. Ama öldürmüyorlar. Veyahut isteseler
önceden öldürürlerdi. Hâlbuki beni cephenin gerisine götürdüler.” Diye içinden
düşünüyor. Sonra devam ediyor anlatmaya:
“Biz
esirlere misafir gibi davranıyorlardı. Bu duygularla “Yazıklar olsun bana”
dedim. “Böyle asil insanlarla niye savaşıyorum ben. Neden savaşmaya geldim. Bu
İngiliz milleti ne yalançı imiş, ne kadar Türk düşmanıymış.” Diyerek pişman
oldum. Ama bu pişmanlığım fayda etmiyor ki… Bu iyiliğe karşı ne yapsam diye
düşündüm durdum. Günlerce düşündüm. Nihayet bizleri serbest bıraktılar.
Memleketime döndüm. İşte memleketimde Türk Milletinin asil insanlığını
unutmamak için koluma Türk Bayrağının dövmesini yaptırdım. Böylece ömür boyu
unutmayacaktım. Bu bayrağın esrarı işte bu” demiş yaşlı Anzak askeri.
Dr.
Ömerin gözleri dolu dolu ihtiyara bakarken, ihtiyar devam ediyor.
“-Talihin
cilvesine bakın ki, o zaman ölmek üzere iken yaralarımı iyileştirerek, sıhhate
kavuşmama çaba sarf eden Türkler idi. Şimdi de Amerika gibi bir yerde yıllar
sonra yine iyileştirmeye çaba sarf eden bir Türk…
Ne
garip değil mi? Avustralya’dan Amerika’ya gelirken bir Türk’le karşılaşacağımı
hiç tahmin etmezdim. Size minnettarım. Siz Türkler gerçekten çok merhametli
insanlarsınız. Bizi hep kandırmışlar. Buna bütün kalbimle inanıyorum.
Peşinden
nemli gözlerle “Bana adınızı söyler misiniz?” demiş Dr. Ömer’e.
“Ömer”
demiş. Dr.
Merakla
sormuş, yaşlı asker. “Neden Ömer ismini vermişler sana?”
Dr.
Ömer, babasının Müslümanların ikinci halifesi isminden ilham alarak kendisine
Ömer adının verildiğini söylemiş.
Yahu
senin adın Müslüman adı, demiş.
Dr.
Ömer de “evet Müslüman adı. Ben de Müslüman’ım” dediğinde, yaşlı Anzak askeri,
yerinden doğrulmak istemiş, doktordan yardım istemiş ve yatağa oturmuş. Gözleri
yaşla dolmuş.
Senin
adın güzelmiş. Benim adım şimdiye kadar Mr.Josef Miller idi. Şimdiden sonra
“Anzaklı Ömer olsun” demiş.
Dr. Da
tamam olsun, demiş.
Peki,
doktor beni Müslüman eder misin? Müslüman olmak zor mu? Dediğinde Dr. Ömer
şaşırmış.
Dr.
Ömer “elbette zor değil, Müslüman olmak çok kolay” demiş.
Dr.
Ömer sonra hastasına İslam’ın şartlarını anlatmış. Hemen kabul etmiş ve
kelime-i şahadet getirmiş, çocuklar gibi de ağlamış, Anzak askeri.
Yaşlı
hasta, sonra Dr.dan tespih istemiş, Allahı zikretmek arzusunu duymuş. Tespihi
esir düştüğünde Türk askerlerinin elinde görmüş. Dr. Hemen bir tespih bulup vermiş hastasına.
Anzaklı
Ömer, Dr. Ömer’e “beni yalnız bırakma, sık sık uğra, bana Müslümanlığı anlat”
demiş.
Kanser
hastası olan Anzaklı Ömer, günden güne erimeye başlamış, fakat elinden tespihi
düşürmüyormuş, Türk bayrağına da bakıp bakıp gözleri yaşlı, Allaha dua
ediyormuş.
Bir
gün bir anons sesi duymuş Dr. Ömer. “Dr.Ömer Lütfen 217 numaralı odaya acil
gelin”
Dr.
Ömerin içinden “eyvah bizim yaşlı asker Ömer amca herhalde yolcu “diye
geçirmiş.
Dr.
Ömer odaya geldiğinde, hastanın sağ elinde tespih, açık duran sol kolunda dövme
Türk Bayrağı, göğsünde imanı ile koskoca Anzaklı Ömer’in son anlarını
yaşadığını fark etmiş.
Dr.
Ömer diyor ki: “ Hemen başucuna oturdum. Kendisine kelime-i şahadet söylettirdim.
O şekilde kucağımda ruhunu teslim etti. Bir Çanakkale gazisi görmüştüm. Yıllar
sonra da olsa Müslüman Türk Milletine olan sevgisi sayesinde kendisine iman
nasip olmuştu. Ne yalan söyleyeyim, ağladım.” Demiştir.
A.Kemal Gül’ün Notu:
Hikâye
ne kadar doğrudur bilemem ama bu tür hikâyeler özellikle Çanakkale Savaşı
sonrasında hem Anzaklar hem de ecdat tarafından anlatıla gelir. Ecdat,
yüzyıllar boyu “savaşta bile” insanlığını, ahlakını, adamlığını, merhametini
asla yitirmemiştir.
Ne
acıdır ki, Tarihte olduğu gibi bugün de bu asil Türk Milletini yönetmeye aday
seçilmişlerin çoğu kez aranan bu asalete, Türk-İslam kültürünü içerir donanıma
samimiyetle haiz ve layık olamadıklarını görüyoruz. İçler acısı gündemlere
bakmanız yeterli…
Allah
bizlere Ecdada layık bir nesil olabilmeyi ve gelecek nesillere örnek olabilmeyi
nasip etsin…
ZEKERİYA TÜMER